13 Şubat 2011 Pazar

Liberal totalitarizm kendine iç düşman mı üretiyor?

“…1990′da Komünist rejimlerin parçalanmasından sonra, yönetimi siyasetle ilişiği bulunmayan uzmanlara bırakmanın ve çıkarları eşgüdümlemenin, devlet gücünü kullanmanın başlıca formu olduğu yeni bir döneme girdik. Bu nevi siyasete tutku kazandırmanın tek yolu, insanları seferber etmenin tek yolu korkudur: Göçmen korkusu, suç korkusu, tanrısız bir cinsel azgınlık korkusu, (getirdiği ağır vergiler ve kontrol yüküyle) aşırı devlet korkusu, çevre felaketi korkusu, tâciz korkusu (siyaseten doğruculuk, korku siyasetinin liberal formuna örnektir)….”


Liberal çokkültürcülük, eski bir barbarizmi insan yüzüyle maskeliyor (Slovaj Zizek)


Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın


Romanların yani nâm-ı diğer Çingenelerin Fransa’dan sürülmesi liberal medyadan üst düzey politikacılara kadar - ki sırf sol siyasetçilerden ibaret de değillerdi - Avrupa’nın her kesiminden tepki topladı. Ama gelin görün ki ülkeden ihraçları yine de sürdü. Avrupa siyasetinin, buzdağının ancak görünen kısmıdır bunlar.


Bir banka yöneticisi olan ve Sosyal Demokratlara yakın olarak bilinen Thilo Sarrazin’in bir kitabı geçen ay Almanya’da arbedeye yol açmıştı. Kitabın tezine göre çok sayıda göçmene kendi kültürel kimliğini muhafaza etme izni verildiğinden dolayı Alman ulusu tehdit altında. “Almanya Kendini Yok Ediyor” başlıklı kitap kuvvetli bir şekilde kınansa da muazzam etkisine bakınca tam da bam teline dokunmuş.
Bu nevi olaylar, Batı ve Doğu Avrupa’da siyaset alanının uzun vadede yeniden tanzim edildiği gerçeğiyle birlikte ele alınmalıdır. Avrupa ülkelerine, yakın zamanlara kadar, seçmenlerin çoğunluğuna hitap eden iki ana parti hâkimdi: Merkez sağ (Hıristiyan Demokrat, liberal-muhafazakâr) ve merkez sol parti (sosyalist, sosyal demokrat); bir de daha dar seçmen gruplarına hitap eden (çevreciler ve komünistler gibi) küçük partiler vardı.


Batı ve Doğu Avrupa’da yapılan son seçimlerin sonuçları farklı bir kutuplaşmanın tedrici bir yükseliş içerisinde olduğunun işaretini veriyor. Şimdi artık küresel kapitalizmi temsil eden (ve mesela kürtaja hoşgörü, eşcinsel hakları, dini ve etnik azınlıklar gibi) liberal kültürel gündemi olan bir hâkim merkez parti var. Bu partinin muhalifi olarak, açıkça ırkçılık yapan neo-faşist grupların kendilerine uçlarda yer buldukları, gitgide taraftar toplayan göçmen karşıtı popülist bir parti bulunuyor. Bunun en iyi örneği, eski komünistlerin gözden kaybolmalarından sonra, başbakan Donald Tusk’un “ideoloji karşıtı” merkezci liberal partisi ile Kaczynski kardeşlerin muhafazakâr Hıristiyan “Hukuk ve Adalet Partisi’nin” ana partiler olduğu Polonya’dır. Benzer temâyüller Hollanda, Norveç, İsveç ve Macaristan’da da görülebilir. Peki, bu noktaya nasıl vardık?


Refah devletinin ümit etmekte ısrarlı olduğu onlarca yıldan sonra, mâli kesintilerin geçici diyerek pazarlandığı, her şeyin kısa sürede normale döneceği vaadiyle mâli kesintilerin sürekli kılındığı zamanlardan sonra yeni bir devre giriyoruz; krizin veya başka bir ifadeyle, sosyal yardımların kesilmesi, sağlık ve eğitim hizmetlerinin azalması ve geçici istihdamın yaygınlaşması gibi kemer sıkma tedbirlerinin bir zaruret olarak eşlik ettiği bir tür iktisâdi olağanüstü hâlin kalıcı olduğu yeni bir devir. Kriz bir hayat tarzı oluyor.


1990′da Komünist rejimlerin parçalanmasından sonra, yönetimi siyasetle ilişiği bulunmayan uzmanlara bırakmanın ve çıkarları eşgüdümlemenin, devlet gücünü kullanmanın başlıca formu olduğu yeni bir döneme girdik. Bu nevi siyasete tutku kazandırmanın tek yolu, insanları seferber etmenin tek yolu korkudur: Göçmen korkusu, suç korkusu, tanrısız bir cinsel azgınlık korkusu, (getirdiği ağır vergiler ve kontrol yüküyle) aşırı devlet korkusu, çevre felaketi korkusu, tâciz korkusu (siyaseten doğruculuk, korku siyasetinin liberal formuna örnektir).


Politikanın böylesi, her daim paranoyak bir kalabalığın manipülasyonuna bel bağlar - korkuya kapılmış erkeklerin ve kadınların korkutucu şekilde bir araya toplanmasına. İşte bu yüzden, yeni bin yılın ilk on yılında yaşanan en büyük olay, göçmen karşıtı siyasetin merkeze girmesi ve sonunda aşırı sağ ile arasındaki göbek bağının kesilmesiydi. Fransa’dan Almanya’ya, Avusturya’dan Hollanda’ya kadar ana partiler, kültürel ve tarihi kimliğinden gurur duyan yeni bir ruhla, ev sahibi toplumu tanımlayan kültürel değerlere uyum sağlamak zorunda olan göçmenlerin misafir olduğunu vurgulamayı kabul edilebilir bulmaya başladılar. Mesaj şuydu: “Bu bizim ülkemiz. Ya sev ya terk et.”


İlerlemeci liberaller böylesi popülist ırkçılık karşısında elbette ki dehşete düşüyorlar. Ancak daha yakından bakılınca, çokkültürcü hoşgörülerinin ve farklılıklara duydukları saygının, ötekileri uygun bir mesafede tutma ihtiyacı paydasında göç karşıtlarıyla buluştukları görülür. “Ötekilere okey, onlara saygı duyarım” der libareller “ama benim alanıma pek fazla sokulmamalılar. Bunu yaptıkları an beni tâciz ederler. Pozitif ayrımcılığa tam destek veririm fakat yüksek sesle rap müziği dinlemeye hazır değilim” diye ilave ederler. Bugünün kapitalist toplumlarında yükselen merkezi insan hakkı, tâciz edilmeme hakkıdır yani ötekilerle arasında güvenli bir mesafenin olması hakkı. Ölümcül saldırı planları olan bir terörist Guantanamo’ya, hukukun hâkimiyetinden muaf olan yere aittir; köktenci bir ideolojist susturulmalıdır zira nefreti yaymaktadır. Bu tür insanlar benim huzurumu bozan zehirli öznelerdir.
Bugünün pazarında, zararlı ârazlarından mahrum pek çok ürün buluyoruz: Kafeinsiz kahve, yağsız krem, alkolsüz bira. Liste uzar gider: Sekssiz seks olarak sanal sekse ne dersin? Ya peki harpsiz harp olarak, Colin Powell’ın kayıp verilmeyen (pek tabi ki bizim kayıp vermediğimiz) harp doktrinine? Siyasetsiz siyaset olarak, uzman eliyle yönetim sanatı demek olan çağdaş siyaset tanımına? Bu bizi bugünün hoşgörülü liberal çokkültürcülüğünün Ötekilikten mahrum Öteki - kafeini alınmış Öteki - deneyimine götürür.


Böylesi bir nötralizasyon mekanizmasını hem de en iyi şekilde 1938′de Robert Brasillach formülleştirdi. Bu Fransız faşist entelektüel kendisini “ılımlı” antisemit olarak görüyordu ve mâkul antisemitizmin formülünü icât etmişti. “Kendimize yarı Yahudi Charlie Chaplin’i alkışlama izni tanıyoruz; yarı Yahudi Proust’a hayran olma, tam bir Yahudi olan Yehudi Menuhin’ni alkışlama izni tanıyoruz;…hiç kimseyi öldürmek istemiyoruz, her hangi bir şiddet olayı istemiyoruz. Fakat düşünüyoruz da içgüdüsel antisemitizmin tahmin edilemez hareketlerini engellemenin en iyi yolu, mâkul bir antisemitizm’den geçer.


Hükümetlerimizin göçmen tehdidiyle baş etmeye çalıştığı o aynı tutum değil mi bu? Doğrudan popülist ırkçılığı demokratik standartlarımıza göre ” gayr-ı mâkul” ve kabul edilemez diyerek bihakkın reddettikten sonra “mâkul” ırkçı koru/n/macı tedbirleri onaylıyor yahut bugünün Brasillach’ları gibi - içlerinden bazıları Sosyal Demokrat’tır - bize şöyle söylüyorlar: “Afrika kökenli, doğu kökenli Avrupalı sporcuları, Asyalı doktorları, Hint yazılımcılarını alkışlıyoruz. Hiç kimseyi öldürmek istemiyor, her hangi bir şiddet olayı istemiyoruz. Fakat düşünüyoruz da her daim tahmin edilemez olan göçmen karşıtı savunmacı cebri tedbirleri engellemenin en iyi yolu, mâkul bir göçmen karşıtı koru/n/madan geçer.”
Bu, komşudan arın/dır/ma vizyonu, dolaysız barbarizmden insan yüzlü barbarizme açık bir geçiş yaşandığını telkin etmektedir. Hıristiyanlığın komşu sevgisinden, öteki barbar kabileye karşı bizim kabilemize ayrıcalık tanıyan Paganlığa gerilemeyi ifşa eder. Hıristiyanlığın değerlerini savunma olarak perdelense de Hıristiyanlığın mirâsına karşı bizâtihi en büyük tehdittir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder