13 Şubat 2011 Pazar

El Secreto de Sus Ojos / The Secret in Their Eyes

Juan José Campanella’nın yönettiği 2009 yapımı Arjantin İspanyol yapımı 2010 yılı EN İYİ YABANCI FİLM dalında Oscar kazanmış bir film. Haklı bir ödülün sahibi. Konusu, 1999 yılında Buenes Aires’te 1974′te yaşanan tecavüz ve cinayet vakasını araştıran Benjamin Esposito’nun geçmişte yaşadığı bu olayı roman olarak yazmasıdır.

Hüzünlü, güzel gözlü bir kadın, bir tren garı ve elinde bavulu olan bir erkeğe veda. Silik ve iç içe geçen geçmişe dair görüntüler… Kimin hikayesi bu? Karalanan geçmiş kimin hikayesi, geride bırakılan kimin gözleri?

21 Haziran 1974. Ricardo Morales’in karısı Liliana Colotta ile son kahvaltısı, son anlar, yaşanırken bilinmeyen. Planlar, hayata dair küçük endişeler, her zamanki işler… Kim yaşarken bunun son anı olduğunu bilebilir ki? Birden bozuluveren büyülü anlar, öyle hızlı geçiş ki acının yüzüne, şaşırıp kalmak olduğunuz yerde. Şaşırtıcı ve acıtıcı anlar.

Kimi zaman hayatınızın bir anına takılı kalırsınız ve o an, yer yer silinmiş izlenimi verse de aslında hiç uzaklaşmaz belleğinizden. Hatıraların harika görüntülerini birden o an takip eder ve mutluluğunuz mutsuzluğa çevrilir. Aşamazsınız. Korkarsınız. Anıları, yazdığınız defterden yırtarak unutabilir misiniz ya da nasıl daha farklı anlatabilirsiniz yaşananları?

Temo/Korkuyorum.

Bir anıyı anlatmaya nereden başlamalı hele de onu roman halinde başkalarının gözlerine sunacaksanız:

En iyi hatırladığın yerden.

Ya hatırlanan birden çok başlangıç varsa, hangisini anlatmaya başlamalıdır insan?

O zaman en başından başlanmalıdır. Ve geçmiş başlar kendini anlattırmaya. Ama unutulmamalıdır, anlatan geçmiş değildir, anlatılan odur.

Biri geçmişe diğeri geleceğe bakmakla yazgılı iki sevgili, sevginin asla dile gelmediği ama gözlerde aşikar olan, ama o gözlerden birinin bir zamanlar bekleyip de göremediği şey bu. Irene’nin beklediği ama Benjamin’in başkalarının gözünde gördüğü aşkın peşine düştüğü için geç kaldığı, kendi gözlerindekini kaçırdığı. Hiçbir gücün eskitip aşındıramadığı aşkı, bir olayın peşinde izlerken, kendisine bakan gözlerdeki aşkı göremeyen gözler, görse de hiçbir şey yapmayan gözler…

Neden bir şey yapmadım… Başka bir hayatta değildi. Bu hayattaydı…

Zamanla silinen ve böyle miydi acaba dediğimiz geçmiş? Sizi anların varlığından şüpheye düşüren bulanıklık.

Bir erkek her şeyini değiştirebilir, yüzünü, karısını, ailesini, dinini, Tanrısını ama bir şeyini değiştiremez. Tutkusunu. Hayata dair bir detayla Solares yakalanır ama hapiste devlet için casusluk yaptığı için serbest bırakılır. Bürokrasinin çirkin çarkları işler burada. Tecavüzcü bir katilin özel hayatı ilgilendirmez bürokrasiyi. Keşke herkes onun gibi işe yarasa der, tam bir çirkinlik ve umarsızlıkla. Irene ve Benjamin’in sosyal statü farklılıkları vurulur acımasızlıkla yüzlerine. Çıplak çirkinlik. İğreti adalet. Acımasız faydacılık. Toplumsal fayda öngörülerek yine çimenler ezilir. Ezilenin varlığı önemli değildir. Adaletin işleyişi önemli değildir. İnsan önemli değildir. Birileri bir sistem inşa ederken, inşa ettikleri sistem, insan adına da olsa, ezilenlerin insan olması önemli değildir. Burada izleyicinin aklına Dostoyevsky’nin Suç ve Ceza’sındaki Raskalnikof’un sorgulaması gelir. Napolyon’un izinden gidilen yol! Akla ilk günah gelir. Aslında her şey elmayı ısırmakla başlar, onu ısırmanın akla düşmesiyle değil. Bir kez ısırdıktan sonra elmanın bütünlüğü ve ona dokunulmaması gerektiğinin önemi kalmaz. Bir kez adaleti yanlış uygulamak/adaleti uygulamamak aslında tüm adalet sistemini yıkmaktır, bütünlüğü bozmaktır, çürümenin başlangıcıdır ve bunun doğru bir bahanesi yoktur…

Benjamin gitmek zorunda kalır, her şeyi ardında bırakmak. İlk sahnenin yaşandığı ana gelinir. En iyi hatırlanan ana. Sevgiyi geride hüzünlü gözlerle bırakmak zorunda kalınan ana. Son kez, kavuşulamamışken henüz, dokunabilmek bir daha dokunamayacak olmanın ıstırabıyla. İçinde bin bir duyguyla ve en çok da hüzünle. Veda sözcüğünün vaktidir: Çav…  

Sevgi, biriyle kaldığın mı, ayrı kaldığın mı? Yanında yaşadığın mı, bir ana hapsettiğin mi? Kalan mı, yolculadığın mı? Anındaki mi, belleğindeki mi? Hep zordur gitmeler ve bitmeler. Gitmek mi zordur, kalmak mı? Eğer giden sevdiğinse kalmak zordur, eğer kalan sevdiğinse gitmek zordur. Hep zordur gitmeler ve bitmeler. Koşarsın ardından/bakarsın ardından… Hüzünlüdür vedalar ve engellenemez. Oysa sevdiğini de yanında götürmen yeter. Bu kısım sevgiye dair edilgenliğimize yönelik harika bir sorgulamadır.

Ve Irene Benjamin’e bakarak şöyle der:

Budala.

Ricardo Morales’le son söyleşi, yapbozun tamamlanan parçaları. Morales’in anlattıklarıyla verdiği öğüt:

Bu benim hayatım, senin değil. Unut bunları. Geçmişin dallanır budaklanır, geleceğin de kalmaz. Unut bunları.

Bitmeyen, unutulamayan sorgu ve ardına düşüldüğünde tamamlanan geçmiş. Solares’e verilen en büyük ceza. Adalet yanlış işlediğinde, yanlışı tek başına düzeltmek yetmediğinde, bazen düzenin dışına çıkılır. Adalet bir şekilde yolunu bulur böylece.

Etkileyici, çoğu yerde şaşırtıcı, sıradan gibi görünen ama sıra dışı, kameranın hayattan hayata geçişiyle anlık, kimi yerde ürperten çekimleri. Nefis diyalog ve sorgulamalarıyla kesinlikle kaçırmamanız gereken bir film. İsmine yakışır bir film. Gözlerin çok şey anlattığı ve onlara bakarak kelimeler kadar çok şey anlayabildiğiniz bir film. Gözlerin filmi bu, konuşan, hüzünlü, çaresiz, aşık… gözlerin. Filmin içinde roman adı altında anılara yapılan ve geçmiş kadar sizi güne de odaklayan bir film.

Temo’dan teamo’ya… Korkuyorum’dan seni seviyorum’a.

Kapıyı kapa, sözcüğü hiç bu kadar güzel gelmemişti daha önce. İzlemeden anlayamayacağınız anlamlar yüklü bu cümle, hele de Irene’nin güzel, gülümseyen gözleriyle söylendiğinde çok daha ışıltılı.

Kesinlikle hayatınızda izlemeniz gereken filmlerden biri. Sizi kandırmayan, gereksiz hayale sürüklemeyen ama ümidi de yanında taşıyan.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder