9 Ocak 2011 Pazar

Varoluşçuluk

Varoluşçuluk, II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesindeki dönemde Avrupa’nın en moda felsefesi oldu. Varoluşçu düşünceler, gerçekte köklerini, Avrupa’nın henüz kurtulduğu Nazi Tahakkümüne ve işgaline karşı bir tepki sürecinden almıştır.


SOREN KIERKEGAARD (1813-1855)
Varoluşçuluğun kurucusunun bir Danimarkalı olan Kierkegaard olduğu kabul edilir. Hegel, bireyin kendini gerçekleştirmesini, ancak büyük ve soyut varlık içinde yutulmasında görmüştü. Oysa Kierkegaard, en yüce ahlaki varlığın bireyin kendisi olduğunu, dolayısıyla en büyük öneme sahip olanın, insan yaşamının kişisel, öznel yönleri olduğunu söylemiştir. İnsanın en önemli etkinliği karar vermektir: yaşamlarımızı yaptığımız seçimlerle yaratır ve kendimiz oluruz. Ondan sonra gelen düşünürlerde akım; hristiyan varoluşçuluk ve hümanist varoluşçuluk olarak iki kola ayrıldı.


MARTIN HEIDEGGER (1889-1976)
Heidegger (okunuşu:haydega) 20. yy’da hümanist varoluşçuluğun en seçkin temsilcisidir. Almanya Baden’de doğdu. Yaşamı boyunca Almanya’dan hiç ayrılmadı. Tüm yaşamı boyunca akademisyen kaldı. Freiburg’da öğrenciyken Edmund Husserl’den ders aldı ve onun özel yönteminden baş eseri olan ve Husserl’e adanan ‘Varlık ve Zaman’da yararlandı. 1933’de iktidara geldiğinde Nazi Partisi’ne katıldı ve Freiburg Üniversitesi’nde ilk Nasyonal Sosyalist rektörü oldu. Bir yıl sonra rektörlükten istifa ettiyse de, savaşın sonunda Almanlar yenildiğinde Nazi geçmişi nedeniyle altı yıl üniversitede ders vermesi yasaklandı.
Heidegger’e göre bakmakta olduğumuz dış dünyadan ayrı değiliz. Bizler, bu dünyanın bütünleyici bir parçasıyız. Derinlemesine düşünüldüğünde asıl gizem bilgi değil, varlıktır, varoluştur. Şu ya da bu şeyin sürmekte olduğuna dair bir kavrayış olmasaydı, kendi varoluşumuza karşı bir bilincimiz olmazdı. Bu bir zaman boyutunu gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla farkında ve bilincinde olduğumuz varoluş doğası gereği zamansaldır. En önemli yönleriyle bizim varlık kipimizin, öğeleri geçmiş, şimdi ve gelecek zamana karşılık gelen üç yönlü bir yapısı vardır; bu yüzden, son tahlilde varlık zamandır. (bu kitabının ismidir.)
Ona göre yaşama ilişkin sağlam bir kavrayış ancak ontik (varlık )olanla tarihsel olanı temel birlikte bir araya getirmekle elde edilebilir. Onun insan var oluşu için kullandığı terim Dasein’dir. (Dasein, iki başlı bir hayat sürer. Biri, zamana tabi olan ve gün****k yaşam içinde bulunma durumu, diğeri ise zamansallığın dışında zamansız olanı,aşkın olanı anlayabilme durumu olarak ifade edilebilir.)


HENRI BERGSON (1859-1941)
İngiliz bir anneden ve Polonya Yahudisi bir babadan Paris’te dünyaya geldi. Fransızca ana diliydi. Çalışma hayatını üniversitede felsefe öğretmeni olarak geçirdi. Üniversitenin dışında da geniş bir okur kitlesini etkileyecek kadar iyi bir yazardı. 1927’de Nobel Ödülü aldı.
Bergson pozitivizmin ya da dar bir çerçeve içinde kalan bilimsel yorumların iddialarına karşı çıkmış,insani ve tinsel değerlerin önemini vurgulamıştır. Aklın gerçekliğin yapısını bilmeye yetili olmadığını dile getirmiş, bilinç ve özgürlüğün sadece sezgiyle anlaşılabileceğini öne sürümüştür. Her psikolojik olguya onu belirleyen fizyolojik bir olgunun karşılık geldiğini söyleyen görüşe karşı çıkmış belleğin, zihnin ya da ruhun bedenden bağımsız olduğunu ve amaçlarını gerçekleştirebilmek için bedeni kullandığını ileri sürmüştür.
Bir şeyi bilmenin iki yolundan bahseder:
Birincisi; bizi nesnenin çevresinde hareket ettirirken ikincisi ona nüfuz etmemizi sağlar.Birinci bilgi bakış açısına bağlı göreli bir bilgiyken ikincisinde nesneyle doğrudan bir temas ve bakış açılarının sınırlamalarından bağımsız nesneyi olduğu gibi kavrayan bilgi çeşididir. Birincisi analiz ikincisi sezgidir.
Gerçekliğin madde olmadığını fakat mekanla birlikte düşünmeye alışan insanın maddeciliğe eğilimli olduğunu söyler.


JEAN-PAUL SARTRE (1905-1980)
Sartre uluslararası üne sahip bir oyun yazarı ve romancıydı. 1964’de kendisine verilen Nobel Ödülü’nü geri çevirdi. Paris’te doğdu. Felsefe öğretmeni oldu. II. Dünya Savaşı, Sartre’nin hayatını değiştirdi. Fransız ordusundayken Almanların eline düştü ve hapis yattı. Serbest bırakıldıktan sonra işgal altındaki Paris’te yaşadı. Akademik yaşantısına son vererek bütün zamanını yazmaya ayırdı.
Sartre’ye göre dünyada, seçimde bulunmaktan ve bu anlamda kendi değerlerimizi yaratmaktan başka bir seçeneğimiz yoktur. Bunu yaparken, kendi yaşamlarımızın temel kurallarını da koyarız. Böylelikle, kişiliğimizin nasıl gelişeceğini belirler, kendi kendimizi yaratırız. Hayata hakkını vermek; seçim yapmak ve ona göre yaşamak demektir. Sartre buna ‘bağlanma’ adını verir. Daha sonraları Sartre Marksist olduğu evrede, bireyin içinde yaşadığı toplumun baskılarından kendini özgür kılabilme boyutunu abarttığını söylemiştir.


ERNST CASSIRER (1874-1945)
Döneminin en popüler düşünce akımlarından biri olan Yeni Kantçılığın önemli temsilcilerinden biri olan Cassirer aynı zamanda en üretkenidir de. Yahudi asıllıdır ve Nazi yönetimi sırasında Almanya’yı terketmiştir.
Felsefe tarihçiliğinin en önemli klasiklari arasına girmiş bir çok monografi ve incelemenin yazarıdır. O, tarih boyunca nesnelere olan doğrudan bakışın yerini zamanla sembolik olana terketmekte olduğunu ve bu sebeple doğayı, tarihi ve insanı bu semboller aracılığıyla değerlendirebileceğimizi söyler. Bilimsel düşünüş kalıbının indirgeyiciliğinden ve tekyanlılığından sıyrılmak, dilsel, mitik-dinsel düşünüş şekillerinin ve sanatsal görü ve duyuş kalıplarının değerini teslim etmek gerekir. Bu düşünüş şekilleri ve kalıplar, topluca, insanlığın ve kültürün bütün olarak ortaya çıkmasında ve kurumlaşmasında etkilidirler. Dolayısıyla insanlığı bilimin ışığında incelemekten öteye geçecek, hatta bilimin kendisini de insanlığın gelişimi içinde ele alacak bir felsefi düşünüşe gereksinim vardır ki, “kültür felsefesi”nin konusu tam da “kültür” denen şeyin oluşumunu sağlayan bu düşünüş şekilleri ve kalıplarıdır. Bu düşünüş şekilleri ve kalıplar, insanlığı insanlık yapan sembolik formlardır.
Bu incelemelere dayanarak insana artık animal rationale’den (akıllı hayvan) çok animal symbolicum (sembolleştiren hayvan) demenin gerektiğini ileri sürer.
O da Platon gibi bilginin bir araç olarak diğerlerinden dahaönce varolduğunu vurgulamıştır.


EDMUND HUSSERL (1859-1938)
Husserl’de her zaman felsefeye yeni bir yön çizme eğilimi olduğu belirtilebilir, çünkü onun düşüncesine göre felsefe her tür bağıntıdan ayrı olarak kendini temellendirmelidir. 20.y.y’ın en önemli filozaflarındandır. Düşünsel serüvenine klasik düşünürlerden Locke, Berkeley ve Hume ‘un başını çektiği İngiliz Deneyciliği’ni incelemekle başlamış olmakla birlikte, Husserl daha sonra Descartes, Leibniz ve Kant’ın felsefelerine yönelerek döneminin egemen felsefe anlayışı “Yeni Kantçılık” ile sıcak bir düşünsel ilişki içine girmiştir. Husserl hemen bütün düşünsel yaşamı boyunca felsefeye yeni bir yön çizme, yeni bir başlangıç noktası belirleme arayışı içinde olmuştur. Görüngübilim adını verdiği bu arayışın çıkış noktasını, düşüncelerine büyük değer verdiği hocası Franz Brentano’nun felsefesinde gözlemlediği birtakım boşluklar oluşturmaktadır.
Husserl’in geliştirdiği fenomenolojinin(görüngübilim) konu edindiği varlık alanını bulmanın yöntemi iki öğeden oluşur.İndirgeme ve düşünme; indirgeme ele alınacak nesneyi yeniden bulmaya ve araştırmanın yolunu belirlemeye yarar.
Kesin bir felsefe, tüm önkabullerden bağımsız olmalı, hiçbir şeyi kendinden açık bir doğru olarak görmemelidir. Buna ek olarak, Husserl (Descartes, Hume ve Kant’la birlikte,) modern epistemolojinin karakteristik başlangıç noktasını, yani, bilinç içeriklerinin bizim biricik bilgimizi temsil ettiği kabulünü de benimser.Bilimsel aklın, pozitivist düşünüşün, ahlaki ve kültürel değer alanını da kapsayan yayılmacılığına, pozitivizm ve doğalcılığın doğa bilimlerinden hareketle oluşturduğu bir değer ve yaşama felsefesine karşı çıkmış olan Husserl, ‘tin’in doğal dünyanın nesneleriyle aynı tür ya da düzeyden bir varlık olmadığını ve dolayısıyla, doğa bilimlerinde geçerli olan aynı açıklama kategorilerine tabi tutulamayacağını savunmuştur.


THEODOR WIESENGRUND ADORNO (1903-1969)
Filozof,sosyolog,müzikolog ve kompozitör. Toplumbilim, ruhbilim ve müzikbilim alanlarında çalışmıştır. . Felsefe ve sosyal disiplinleri bir arada değerlendirerek müzikten gün****k yaşama, ahlaki sorunlardan tahakküm ilişkilerine kadar geniş bir alanda modern kavram ve kategorileri ve onlara dayalı genel anlayışları incelemiştir.
Adorno Nazi iktidarıyla birlikte önce İngiltere’ye, dört yıl sonra da ABD’ye göç etti ve Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’ne katıldı.
Adorno, her zaman, düşüncenin kendi içine kapanma eğilimine karşı ısrarla direnir. O, bir anlamda her tür despotizmin ve tahakküm ilişkisinin kaynağını ve kökenini düşünme imkanının sınırlandırıldığı ve kitlendiği yerlerde görür. Ona göre bürokrasi, idare ve teknokrasinin kuşattığı toplumda birey geçmişte kalmıştır. Yoğunlaşmış sermaye, planlama ve kitle kültürü bireysel özgürlükleri büyük oranda tahrip etmiş, böylece eleştirel düşünme yeteneği yerini tümüyle şeyleşmiş bir topluma ve bilince bırakmıştır. Kışkırtıcı stiliyle ideolojilerin etkisini kırmayı, aforizmalar biçiminde yazılmış metinleriyle kapalı düşünce sistemlerinin temellerini yıkmayı hedeflemiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder