10 Ocak 2011 Pazartesi

Dua Kapılarını Açan Fâtiha’nın Eşiğinde

Kur’ân’ın “açılış” sûresi Fâtiha, kul olmanın ana eksenini belirlediği gibi, Kur’ân’ın temel kavramlarına işaret eder. Hamdin Allah’a mahsus kılınmasıyla, tevhid, yani Allah’ın birliği ifade edilir. “Alemlere Rab” olan Allah’ın “Din Günü”nün de “Sahibi” olduğu hatırlatılarak, alemin terbiyesinin öte alemdeki “hesap günü” ile tamamlanacağı anlatılır. Fâtiha’nın başında ve besmelenin sonunda zikredilen Rahmân ve Rahîm isimleri de, Allah’ın rahmaniyetiyle varlığı yokluktan çıkarıp rızık vererek hayatın sürekliliğini sağladığını, rahimiyetiyle ise ebedî hayatta seçilmişlere mutlak ve gölgesiz bir hayat bahşettiğini müjdeler. Dolayısıyla Rahmân ve Rahîm isimleri de, bize kulluğumuzun yörüngesini oluşturan dünya-ahiret dengesini hatırlatır.


Fâtiha Sûresi bütün dua formlarını içerir. Hamd ile başlar: “Elhamdulillah”. Ardından “Alemlerin Rabbi” olarak, “Besmele”ye konu olan iki büyük esmâ, “Rahman ve Rahîm” olarak Allah zikredilir, övülür; özlü bir tesbih, tefekkür ve tezekkür gerçekleşir. Allah’ın nihaî hüküm sahibi olduğunu belirten “Din Gününün Mâliki” sıfatıyla Allah’ı senâ etmenin zirvesine erişilir.


“Din Günün Mâliki” ifadesi, Fâtiha’da Allah’ın üçüncü tekil şahıs olarak, yani “O” zamiriyle anıldığı son ayettir. Hemen ardından, Allah, “Yalnız Sana ibadet ederiz. Yalnız Senden yardım dileriz” hitabıyla ikinci tekil şahıs, yani “Sen” olarak zikredilir. Fâtiha’nın bu noktasında, kul olarak Rabbimize, “doğrudan karşımızdaymış gibi”, yani huzur ve ihlas ile muhatap oluruz. Rabbimizin, bir hadis-i kudsîde geçtiği şekliyle “benim ile kulum arasında ikiye pay edilmiştir” dediği Fâtiha, Allah’tan “O” diye bahsettiğimiz ilk ayetler ile “Sen” diye muhatap olduğumuz son ayetler arasında pay edilmiştir. Aynı hadis-i kudsîde “Kuluma istediği verilecektir.” diye bizi müjdeleyen Rabbimiz, Fâtiha’nın son ayetlerinde bize öğrettiği duayı kabul edeceğini haber verir: “Yalnız Sana ibadet eder, Yalnız Senden yardım dileriz. Bizi ‘sırat-ı müstakîm’e, ‘doğru yol’a, üzerlerine nimet verdiklerinin yoluna hidayet eyle; gazabına uğramışların ve dalalete sapanların değil.”


Elhamdülillah •


Musa[as] bir gün Rabbine sordu: “Adem’i [as] kudretinle yarattın, ona sayısız nimetler verdin. O bunların şükrünü nasıl eda etti?” Rabbimiz şöylece cevap verdi: “Adem’in verdiğim nimetlerin bende olduğunu bilmesi onun şükrüdür.”


Hamd O Allah’a ki


hamd O’nun izniyledir,


hamde vesile olan her şey O’ndandır,


hamdi bize öğreten, fıtratımıza sevdiren O’dur,


hamdin lezzetini dilimize tattıran ve kalbimize aşılayan O’dur,


hamdedenin hamdine yeniden hamdedilesi nihayetsiz karşılıklar veren O’dur,


hamdden yeni hamdler, yeni hamdlerden de yeni hamdler…. ilham eden O’dur elhamdülillah..


Rabbilalemîn •


Alemde her bir zerre hareket halindedir. Hareketsiz hiçbir şey yoktur. Hareket ise bir yerden bir yere gitmeyi gerektirir. Her bir şey hareket halinde olduğuna göre, her bir şey için sorulması gereken temel sorular vardır: “Nereden geliyorsun?” “Nereye gidiyorsun?” “Görevin nedir/ne işe yararsın?” Yerinde duranlar için bu tür sorulara gerek yoktur. Durmaksızın dönen, sürekli çalkalanan, hiç aralıksız gidip gelen, varlıktan yokluğa, yokluktan varlığa yuvarlanan, ölüm ve hayat arasında sarkaçlanan, sürekli yıkılıp yeniden yapılan alemler bir tür yönlendirmeye konu olmalı, bir “el” tarafından çekip çevriliyor olmalıdır. Gece ile gündüzün nöbetleşmesine, mevsimlerin gelip geçmesine, zerrelerin çözülüp dağılmasına ve yeniden toplanmasına sahne olan bu kâinat sürekli terbiye ediliyor, bir olgunluğa doğru yönlendiriyor olmalıdır. Alemin hareketliliğini gören her akıl sahibi, her bir zerreyi özel bir amaca doğru yönlendiren, hareket veren, terbiye eden bir Rabbin varlığını da görür. Gördüğümüz bütün alem, bir bütün olarak tanımladığımız her sistem işte böyle bir terbiyenin habercisidir. Kısaca, birbiri içinde ve birbirine bağlı sayısız âlemler varsa, hepsini birlikte görüp terbiye eden, her âlemin bütün âlemlerle ilişkisini bilip ona göre yönlendiren bir Rab de olmalıdır. Hamd ve minnettarlığmız, övgü ve teşekkürümüz işte O Rab içindir ki, bizi de alemleri anlamamız için terbiye etmektedir.


Errahmanirrahîm •


Öyle bir nokta düşünün ki.. Simsiyah… Ne varlıktan yana bir kenara sahip, ne gölgeden nasibi var. Tutunacak bir şeyi yok. Varlığını dayandıracağı temellerden yoksun. Ve yok.. Muhatabı yok.. Ciddiye alan yok. Kimsenin hatırında değil. Kimsenin noktası değil. Bir şeyle irtibatı yok. Hiçbir şeye nisbet edilmiyor. Ne bir cümlenin sonunda, ne de bir çizginin orta yerinde… Siyah… Sadece siyahlığın içinde… Onu orada seçip görecek bir göz yok. Oradaki varlığını hesaplamaya kimsenin aklı ermiyor. Sesini duyuramıyor. Orada öylece kalacak mı, yoksa ak bir sayfanın orta yerinde güzel bir cümlenin sonunda bir nokta mı olacak? O derin siyahlığın orta yerinde, kimseye görünmeden, kimsenin hatırına gelmeden kala kalsa, kimse yokluğunu fark etmeyecek, eksikliğini hissetmeyecek.


İşte, her birimiz böylesi derin bir yokluğun içinden çekip alındık. Varlığımız kapkara bir sayfada küçük bir nokta bile değilken hayata muhatap edildik. Bir insan olarak varedilmeseydik, en yakınlarımız bile yokluğumuzu fark etmeyecekti. Onlarsız edemeyeceğimizi düşündüğümüz sevdiklerimiz ve sevenlerimiz bile, eğer yokluk içinde kalsaydık, eksikliğimizi çekmeyeceklerdi. İşte o kadar yoktuk her birimiz, o kadar unutulmuştuk.


Hatırlayın ki, unutulmuşluğun en kötüsü unutulmuşluğumuzun bile unutulmasıdır. Unutmayın ki, yokluğun en kötüsü yokluğumuzun bile hissedilmemesidir. Her iki halde de var olmaktan yana bütün ümitlerimiz tükenmiş, hatırlanmaktan yana bütün kapılar kapanmıştır. Mutlak yokluk, kesin hiçlik olsa olsa böyle anlaşılabilir aklımızca.


İşte, Rahman’ın bizi yokluktan varlığa getirişinde saklı merhameti, Rahîm’in bizi ebedî varlığa aday edişinde saklı şefkati, ancak içinde bulunduğumuz yokluğun derinliğini kavramaya çalışarak anlamaya başlayabiliriz. Rahman bizi kimsenin görmediği, kimsenin hatırlamadığı, kimsenin saymadığı o derin unutulmuşluktan çekip almıştır. Rahîm ise, bizi herkesin unuttuğu, kimsenin yüzümüze bakmadığı, kimsenin adımızı anmadığı ölümden sonra ihya edecektir.


Gözümüzü ve gördüklerimizi gören, elimizi ve elimizdekileri tutan, dilimizi ve dilimizdekileri konuşturan, dudağımıza tebessümden güller koyan, ayaklarımızı yokluktan varlığa yürüten, var olmaya yüzümüz yokken bize yüz veren O Rahman; çürümüş kemiklerimizi, toprağa düşmüş ellerimizi, karanlığa akmış gözlerimizi, erimiş dudaklarımızı, yokluğa kaymış ayaklarımızı, işitmez olmuş kulaklarımızı, yitik tebessümümüzü, unutulmuş yüzümüzü Rahimiyetinin rahminde ağırlayacak, hiç sebepsiz ve minnetsiz var etme iradesini lehimizde kullanacaktır.


Şimdi ve burada biz varedilmişken olduğu gibi, biz yokken, yokluğumuzdan haberdar bile değilken hep anıldık, hep tutunduk Rahmanın rahminde. Bir varlık pıhtısı gibi sessizce, yalnız O Rahman tarafından hatırlanarak, O Rahîm’in hatırında kalarak ve O Rahmanürrahîmi hatırlamamız istenerek.


Şimdi bir daha düşünün ki yoksunuz.. Kim tutar olmayan ellerinizden? Kim duyar olmayan sesinizi? Kim görür olmayan gözünüzü? Kim yürütür olmayan ayaklarınızı? Kim konuşturur olmayan dilinizi? Kim yüz çevirir olmayan yüzünüze? Kim hatırlar yokluğunuzu? Kim yoklar dipsiz yokluk çukurundaki varlık arzunuzu? İllâ Rahman. İllâ Rahîm…Kim var tutunacak Rahman’dan gayrı? Kim var güvenecek Rahîm olandan gayrı?


Mâlik-i Yevmiddîn •


Din Gününün Sahibi


Bütün alemler Rabbimizin Rahman ismiyle muhtaçları rızıklandırması sayesinde süreklilik kazanır. Alemdeki her şeyin ve herkesin kusuru ve eksiği ise Rahîm isminin bağışlamasıyla tamamlanır. Böylece âlemler bir taraftan rızıklandırılarak bir taraftan da bağışlanıp eksikleri tamamlanarak terbiye olur. “Alemlerin Rabbi” bu yüzden “Rahman ve Rahîm” diye tarif edilir. “Din Günü” ise Rububiyetin perdesiz tecellisine işaret eder. “Din Günü”nde Rahman ve Rahîm isimlerinin ebedî tecellileri başlar. İşte “O gün” alemler üzerindeki tecelliler sahih boyut kazanır. Çünkü sonlu tecelliler insan kalbinde sürekli gölgeler, eksiklikler ve hüzünler bırakır. Sonsuz tecelliler ancak sonsuz ve kesintisiz bir hayat içinde sahihleşir, gerçek derinliğiyle algılanır ve yaşanır. Örneğin şu fani dünyada muhatap olduğumuz rahmet bizi ölümden sonra terk edecekse, rahmet rahmet olmaktan çıkar; aksine tattırılıp sonra insanın elinden alındığı için bir tür merhametsizliğe dönüşür. Aynı şekilde, alemde her şeyi yerli yerine koyan hikmet tecellileri de, sonsuz bir hayata taşınmadan sönüp gidecekse, bir ağacın meyvelerinin çürümeye terk edilmesi gibi bütün varlık alemi de derin ve acı bir anlamsızlığa düşer. Rahmetin rahmet olması ve nimetin nimet olması, ancak ve ancak “Din Günü” dediğimiz haşrin, yani yeniden ve sonsuzca dirilişin gerçekleşmesine ve sonsuz ve ayrılıksız mutluluğun başlamasına bağlıdır. “Din Günü” gelmezse, ebedî mutluluk başlamazsa, en büyük nimetlerden sayılan akıl, insanın kafasında sürekli kıvranıp duran bir yılana dönüşür. Çünkü akıl insana hiçliği gösterir; ne kadar uzun ömrü olursa olsun, akıl sahibi ömrünün sonunda saklı o hiçliği ömrünün her anında yaşar. Aklında kurguladığı hiçliği sürekli yaşar; hayatı çekilmez hale gelir. Aklına gelen bütün geçmiş ve gelecek zamanlar, varlıklar ve deneyimler, ondan ayrılıp yitip gitmeleriyle ruhuna ve kalbine sürekli elemler yağdırır. Böylece sonsuz hayata inanmayan insan Cehenneme gitmeden önce Cehennem azabını çeker. Aynı şekilde hayatın en güzel nimetlerinden olan şefkat ve sevgi de, ömrün sonunda gelecek sonsuz ayrılık düşüncesiyle, hayatın en büyük elemleri sırasına geçerler; gerçekliklerini yitirirler. İnsanın süreksizlik içinde yaşadığını hissetmesi, sonunda sonsuz bir hiçliğin kendisini beklediğini bilmesi, onun hayatını da sahteleştirir, yozlaştırır, acılaştırır, hüzünlere boğar. İşte bu yüzden, sonsuz mutluluğu ve sonsuzca dirilişi müjdeleyen “Din Günü”nde Rabbimiz kendisini “Mâlik” diye zikreder. İşte “O gün” şimdi inandığımız, iman ettiğimiz sonsuz hayatın gerçekleşmesi başlayacak ve bu fâni hayatımıza Rabbimiz “Mâlik” ismiyle sahip çıkacak. İşte “O gün” uzağında kaldığımız sonsuzluk, gurbetini yaşadığımız asıl yurdumuz bizim için görünür olacak; asıl hayatımızın mülkü bize verilecek, kalbimizin sonsuz özlemlerine sonsuzcasına sahip çıkılacak. Rahman ve Rahîm hiç gölgesiz gerçekleşecek. Sonsuz alemleri sonsuz tecellileri ile terbiye eden Rabbimize sonsuz hamd ve minnet ile “Din Günü”nde gerçek mülkü bulacağız.


İyyâke na’büdü •


Yalnız Sana kulluk ederiz.


Fâtiha Sûresi’nin akışı içinde saklanan “Rabbe yöneliş” seyri işte tam bu ayetin başlamasıyla zirve noktasına varır. Gıyabında “Hamdin Sahibi”, “Âlemlerin Rabbi”, “Rahman ve Rahîm” ve “Din Günü’nün Sahibi” diye zikrettiğimiz Rabbimize, şimdi karşı konulmaz bir iştiyak ve aşkla, eşsiz bir hayranlık ve minnettarlıkla doğrudan sesleniyoruz. Fâtiha’nın burasına kadar “O” diye tanımaya çalıştığımız Rabbimize, artık “Sen” diye muhatap oluyoruz. O’nun sıfat ve esmâsına olan hayranlığımız O’nu aramaya itiyor bizi. O’nu tanıyıp O’ndan uzak kalmanın sancısı ve hayreti, O’nunla yüzleşmeye çağırıyor bizi. Varlığımızın fani yüzünü O’nun Vechine çeviriyoruz. Bu arada, “Yalnız Sana” diyerek onu ne kadar bir’lemişsek, kendimizi de “Biz” diyerek o kadar çoğaltırız. Bir olana çokluk içinde kalmış olanın duru seslenişidir bu çünkü. “Biz” adeta bütün hücrelerimizle dil dökeriz Bir’e; varlığımız zerre zerre yalnız Sana kuldur. “Biz” dilimize dolanıp duran ama muhatabını bir türlü bulamayan bütün çaresizlik sözlerimizle sesleniriz Bir’e; yalvarışlarımız, iç dökmelerimiz, fısıltılarımız, yakınmalarımız hep beraber kulluğun potasında erir. Bizimle aynı acizliği ve fakirliği paylaşan canlı-cansız bütün varedilmişleri yanımıza alarak konuşuruz Bir’e; Sana tutunuyoruz, kimsenin yere atmasına izin verme bizi. Biz, başı her daim huşu ile secdeye varan gelmiş geçmiş bütün müstakim kullar adına yakarıyoruz Bir’e; önümüzde İbrahim’le(as), yanımızda İsâ(as) ve Mûsa(as) ile, kalbimizde Muhammed (asm) ile kul olduk Sana. Ve hemen ardından, nicedir içimizde sakladığımız en acizâne yakarış dudağımıza serin bir su gibi yapışıveriyor hemen: Yalnız Senden yardım dileriz.


İyyâke nestâîn •


Yalnız Senden yardım dileriz


Fâtihâ’nın, “Rabbe yöneliş” zirvesini yaşadığımız ayetinin ikinci yarısı, “Yalnız Sana kulluk ederiz” mealindeki birinci yarısının simetriği gibidir. Yine onun gibi “Yalnız Sana” vurgusuyla başlar. Yine “Biz”den “Bir” olana doğrudur. İlk bakışta, kul olmak ve yardım istemek arasında bir tür alış-veriş ilişkisi varmış gibi görünür. Kul olmaya karşılık yardım isteriz Rabbimizden. Hakkıyla kul olmanın şartıdır bu; bizi başkasına muhtaç etmeyecek, yalnız O’ndan yardım istediğimiz Bir’inin kulluğuna talip olmamız gerekir. Hem zaten, bizi yalnız O’na kul olmaya götüren “Hamdin Sahibi”, “Âlemlerin Rabbi”, “Rahman ve Rahîm” ve “Din Günü’nün Sahibi” sıfatları, yalnız O’ndan yardım istemeye de götürür. Biz her türlü övgü ve teşekküre vesile olan şeyleri Yaratan’dan yardım istiyoruz. Biz, alemleri her an kudret elinde tutan, en küçük zerreden en büyük kütleye kadar her şeyi bizim emrimize veren Rab’den yardım istiyoruz. Biz, bizi yokluktan çıkarıp varlığa eriştiren, her ihtiyacımızı her an görüp gözeten Rahman ve Rahîm’den yardım istiyoruz. Biz, sonumuzun sonsuzluğa dönüşeceği “Din Gününün Sahibi”nden medet umuyoruz. Bu yardımı istemenin ve elde etmenin en güzel yolu ise kulluktur. “Yalnız Sana kulluk ederiz” derken, aslında “Yalnız Senden yardım dileriz” de demiş oluyoruz. Lâkin, yalnız O’na kulluk etmemiz için de yardıma ihtiyacımız vardır. Nitekim, Rabbimiz yardım etmektedir de bize; dilimize Fâtiha gibi tatlı bir duayı vererek, bize kitap ve peygamberlerini göndererek, bizim için kâinatı baştan başa ayet eyleyerek, bize akıl ve kalp vererek yalnız O’na kulluk etmemize yardımcı olmaktadır. “Ey Rabbimiz, yalnız Sana kulluk etmek için yalnız Senden yardım dileriz.”


Senai Demirci

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder